İstanbul’un kent tarihini anlamak için en önemli kaynaklardan biri de seyyahların gözünden şehre bakmaktır. Her dönem farklı seyyahlar tarafından değişik şekillerde ele alınsa da tarih boyunca şehre gelen ziyaretçilerin ortak yorumu, İstanbul’un bulunduğu mevki ve kültürel yapısı ile başka hiçbir şehre benzemediği olmuştur.
Tarih boyunca İstanbul birçok seyyahın, ressamın, elçinin durağı olmuş ve pek çoğuna benzersiz güzelliği ve kültürü ile ilham vermiştir. İstanbul hem bulunduğu konum hem de sahip olduğu çok katmanlı kültürel mirası ve geçmişi itibariyle diğer şehirlerden hep çok daha farklı olmuştur. İstanbul’un bir şehir olarak şekillenmeye başladığı Bizans döneminde Konstantinopolis, sahip olduğu Hristiyan kimliği ile Müslüman seyyahlar için oldukça farklı bir imaja sahip olmuştur. Şehrin bu dini kimliğinin Ortodoks Hristiyanlık mezhebince şekillenmesi, Katolik Kıta Avrupasından gelen seyyahlar nezdinde de İstanbul’u farklı kılmıştır. 15. yüzyılda II. Mehmet’in fethiyle şehrin el değiştirip Müslüman bir kimliğe bürünmesinin ardından İstanbul’un Avrupa şehirlerinden farklılaşan yapısı daha da derinleşmiştir. Nitekim Avrupa’dan gelen birçok seyyah İstanbul’da kendilerinden çok daha farklı bir gündelik hayat işleyişi ve kent kültürü ile karşılaşmışlardır. Şehrin her döneminde farklı yerlerden gelen bu seyyahlar İstanbul’un doğal ve kültürel güzelliklerini eserlerine hem betimlemelerle hem de çizdikleri tablolarla yansıtmış ve tuttukları seyahat güncelerinde farklı bir bakışla şehri yansıtmışlardı.
İstanbul’un sınırları ve odak alanı her zaman her zaman dönemin şartlarına göre esnemiş, genişlemiş, bazen de daralmıştır.”
İstanbul dediğimiz zaman sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği, hangi yapıların ya da doğal güzelliklerinin öne çıktığı farklı dönemlere göre değişiklik göstermiştir. Bundan dolayı şehri ziyarete gelen seyyahların gözündeki İstanbul hiçbir dönemde birbirine eş olmamıştır. Tarihe baktığımızda görürüz ki Bizans İmparatorluğu’nun İstanbul’u Tarihi Yarımada ve Haliç civarında kurulmuş, dolayısıyla bu dönemde gelen seyyahların odak noktasında bu bölgeler olmuştur. Osmanlı’nın fetihten sonra gelen seyyahların tuttukları notlarda uzun bir süre İstanbul’un kalbi yine Tarihi Yarımada ve Sarayburnu olarak karşımıza çıkar. Bu bağlamda neredeyse 16. ve 17. yüzyıla kadar İstanbul denildiğinde şehre gelen yabancıların gözünde gözlemleri bu sınırlar içerisindeki İstanbul ile çerçevelenmiştir. 17. yüzyıl sonrasında ise boğaz sularında kayıklar, sandallar, kıyılarda erguvan ve sedir ağaçlarının güzellikleri ile gelen seyyahların odağı Boğaziçi taraflarına kaymaya başladığını görürüz. Bu dönemde saray tarafından da Boğaziçi kıyılarına sayfiyeler, leb-i derya yalılar, saraylar yapılmaya başlanmış ve İstanbul’un sınırlarının bir kademe daha genişlediği görülmüştür. 19. yüzyıla gelindiğinde ise İstanbul’a la belle epoque hayat tarzı ile yeni bir kentlilik kültürü gelmiş ve zamanında egzotik, mistik ve farklı olan İstanbul, Galata ve Pera bölgelerinin ön plana çıkmasıyla Avrupalı seyyahlar gözünde bir nevi tanıdık ve daha kendilerine benzeyen bir imaja sahip olmuş, Batılıların gözünden asırlardır üzerinde taşıdığı “öteki” kimliğini yitirmeye başlamıştır. Eğer bir zaman makinesine atlayıp tarihte yolculuk etme fırsatımız olsaydı görürdük ki İstanbul’un sınırları ve odak alanı adeta canlı bir organizma gibi dönemin şartlarına göre esnemiş, genişlemiş, bazen de daralmıştır. Farklı seyyahların tasvir ettiği İstanbul hiçbir zaman birbirinin tıpatıp aynı şehri olmamıştır.
..şehri ziyarete gelen seyyahların gözündeki İstanbul hiçbir dönemde birbirine eş olmamıştır.”
İstanbul’a gelen seyyahların en eskilerinden olan İbn Battuta 14. yüzyılda yirmi dokuz yıl süren seyahatinde Doğu Roma’nın başkenti Konstantinopolis’de bir ay kadar kalmıştır. İbn Battuta’nın İstanbul’u da Tarihi Yarımada’da etrafında döner. Şehrin ortasından geçen bir suyla, yani Haliç’le ortadan ikiye bölündüğünden bahseder ve şehir merkezinin bu suyun denize karıştığı bölgenin ucunda yükselen bir tepe, yani Sarayburnu olduğunu söyler. İbn Battuta, Konstantinopolis şehrini Tarihi Yarımada sınırları içerisinde bir kent olarak tasvir etmiş, Haliç’in öte tarafındaki Galata’yı şehre vergi ödeyen bir mahalle olarak notlarına almıştır. İbn Battuta bu gözlemlerinde Galata’nın büyük bir limana sahip olduğunu ve içinde hep tüccarların var olduğunu; ancak çarşı pazarlarının çok küçük olduğunu kayda geçirir. Bunların yanında Tarihi Yarımada’daki kiliselerin genişliğinden etkilenmiştir, bu noktada özellikle Ayasofya’ya ayrı bir değer atfetmiştir.
Osmanlı İstanbul’unun tasvirini, batılı seyyahların eserlerinden incelediğimizde onların egzotik ve farklı buldukları noktalara odaklandıklarını görürüz. Örneğin henüz Avrupa’da oluşmamış kahvehaneler birçok seyyahın ilgi odağı olmuştur. 18. yüzyılda Robert Walsh, bir yazısında kahvehaneyi betimlerken Türklerin hasırlar üstünde bağdaş kurarak oturduğunu, Rum müzisyenlerin def ve mandolinleri eşliğinde bir yandan yumurta büyüklüğündeki kaplardan türk kahvesi bir yandan da nargile içtiklerini anlatır.
Bir başka seyyah ve elçi olan Petrus Gyllius 16. yüzyılda 1. François’in delegesi olarak Dersaadet İstanbul’a gelmiştir. Gyllius, şehrin sosyal ve kültürel dokusunu biraz daha geri planda bırakmış ve kent üzerindeki gözlemlerinde İstanbul’u coğrafi ve arkeolojik yönlerden incelemeyi tercih etmiştir. Bir yandan Boğaziçi’nin ikliminden, suların ve balıkların durumundan bahsederken bir yandan da şehrin başat mimari elementleri olan camilerde, surlardan, kulelerden ve yedi tepedeki anıtlardan bahseder. Bu döneme yakın bir zamanda İstanbul’a Avusturya Arşidükü 1. Ferdinand tarafından gönderilen bir elçi Ogier Ghislain de Busbecq de şehri gözlemlemiş ve içerisinde verdiği bilgilerle Türk lalesi’nin ilk defa Avrupa’ya tanıttığı eseri Türk Mektupları’nı kaleme almıştır. Busbecq, İstanbul’un bulunduğu yer itibariyle aslen Avrupa kıtasında konumlanmış olup Asya’ya bakmasından etkilenmiş, şehrin bu mevkisiyle adeta dünyanın başkenti olmaya layık bir kent olduğunu düşünmüştür.
Busbecq, İstanbul’un bulunduğu yer itibariyle aslen Avrupa kıtasında konumlanmış olup Asya’ya bakmasından etkilenmiş, şehrin bu mevkisiyle adeta dünyanın başkenti olmaya layık bir kent olduğunu düşünmüştür.”
19. yüzyılda İstanbul’a gelen Edmondo de Amicis İstanbul’un oldukça güvenli bir şehir olduğundan ve seyyahların oldukça rahat bir şekilde gelebildiğinden bahseder. Hatta Amicis’in yazdığına göre, İstanbul’un dünyadaki en güzel şehir olduğu tüm dünya tarafından bilinmektedir. Ancak yazar bu övgülerinin yanında şehrin olumsuz özelliklerine de yer vermiştir. İstanbul’un mahallelerinin pisliğinden, çocukların pislik içinde sokaklarda yuvarlandığından, kocaman çirkin evlerin daracık avluları olduğundan ve her yerden çul çaput sarktığından dem vurur. Bir başka ifadeyle Edmondo de Amicis’den öğrendiğimiz kadarıyla 19. yüzyıl İstanbul’unun eşsiz güzelliği, şehrin kenar mahalleleri, ara sokakları ve insanların asıl yaşam alanlarına gelindiğinde kaybolur.
1900’lü yılların ilk başında İstanbul’a bir mülteci olarak gelen Ukrayna asıllı Alexis Gritchenko da hem bir ressam hem de bir yazar olarak İstanbul’a olan hayranlığını dile getirmiş ve şehri çizmiştir. Tuttuğu notlarında İstanbul’u “Ortaçağ’ın Paris’i” olarak nitelendirmiştir. Gritchenko da Ayasofya’ya ve mimari yapısına ayrı bir hayranlık beslemiştir, mimarisinden etkilenmiş ve hayranlığını tablolarına yansıtmıştır.
Farklı yüzyıllarda ziyarete gelmiş ve hayranlıklarını dile getirmiş seyyahların gözünden İstanbul’a bakmak bizlere adeta İstanbul’un tarihini bir pencereden izleme fırsatı verir. Aynı zamanda şehrin zaman içerisinde yaşadığı hem fiziksel hem de sosyal değişimi göstermesi açısından seyyahların notları şehrin tarihinde ayrı bir öneme sahip olmuşlardır. Yüzyıllar boyunca gelen seyyahların neredeyse hepsinin hemfikir olduğu nokta ise İstanbul’un benzersiz bir şehir olduğudur.
Leave a Reply